Savaş varken, gözyaşı varken, anıda kaybolmak varken, önce ve sonranın doyumsuz bekleyişi varken, çocuklar ve nedensiz ölüşleri varken, toplumların anısı “tarih” varken, yolculuklarımız, yol kenarı yalnızlıklarımız, uzak gençlik ve yakın ihtiyarlık varken yazmak başka ne işe yarar ki?
Adımlarımı hızlandırdım ve nihayet kalkış sirenleri çalan 17.30 trenine son saniyede yetiştim. Hava sıcak, gar tenha, ben yılgın ve üşengeç. Nerden çıktı bu sempozyum şimdi? Bazen zaman kaybı bunlar diye düşünmüyor değilim ancak üniversite gönderiyor ve gitmeliyim. Bu zorunluluğun benim için en güzel tarafı yolculuk yapacak olmam ve bir de Ankara! Gişedeki görevli lafı uzattıkça uzatıyor. Bilet işte be adam nesine bakıyorsun? Artık bitir işlemi ve gideyim. Ülkeye kaçak mal sokuyorum sanki. Ah, bürokrasi… Treni kaçıracağım lütfen artık verir misiniz bileti diyorum, gözlüğünü düzeltiyor ve tamam geçebilirsiniz diyor.
Bavulum neden bu kadar ağır ve ben hakikaten zorlanıyorum son sirenleri çalan bu trene yetişmekte. O arada bir genç beliriveriyor yanımda ve lütfen bana bırakın bavulu hanımefendi diyor. Teşekkür ediyor ve sızlayan elimi çekiyorum bavuldan. Hiç konuşmuyor, o da aynı trene yetişmeye çalışıyor galiba ve öncelikli işimiz artık bu trene yetişmek. Yetişiyoruz nihayet ve gençle aynı kompartımandaki yolculuğumuza başlıyoruz. Bu yolculuğu yaparken Tanrı’nın böyle bir melek göndereceğini hiç düşünmemiştim. Kumral ve az uzun saçlar, ela renk gözler, minik bir burun ve kısa sayılamayacak boyu ile ne güzel bir genç bu böyle? Ama umarım çok konuşkan değildir, çünkü yolculuklarda konuşmayı hiç sevmem izlemek ve düşlemek varken. Anıya selam verip dolun içime dolun o eski zamanlarım demek varken…
Uzak gençlik ve yakın ihtiyarlık varken...
Hava kararıncaya kadar isimlerimizi öğrenmekten başka hiçbir şey konuşmuyoruz gençle. Eli, ayağı ve en önemlisi üslubu çok güzel. İsmi Çağatay olan bu genç ismimi söyleyince aaa siz Münevver Aydın mısınız diyor bana. Nerden biliyorsun diye sorduğumda da şehrin üniversite gençliğinin iyilik perisi olan bu hanımefendiyi kim bilmez ki diye yanıtlıyor beni. Belli gençler aralarında sevgi ile taşımışlar ismimi. Ne yaptım ki ben? Duyarlılık, hepsi bu. Görünce geçemiyorum, aman bana ne diyemiyorum. Tutmam gerek ellerini, hep tutmam gerek!
İlk mola yerinde birer tost yiyoruz sıcak çayla ve ağzımızı yaka yaka. Sessizliğin ve gecenin huzuru kaplıyor içimi. Etrafı izleyerek tostun son parçasını da itiveriyorum ağzıma. Bu tat, bu doyuş, bu huzur dağıtan sessizlik ve karanlık, bu an ve bu anış için teşekkür ederim Tanrı’m. Koşar adım kompartımandaki yerlerimizi alıyoruz yeniden. Bu genç nerede inecek acaba? Bunu sormuyorum. Elinde bir kitap okuyor, okuyor, okuyor. Şeker Portakalı. Bu ismi okuyunca kitabı okuduğum anlardaki büyülü hüzün geçiyor kalbimden yine. “İnsanın kendi içinden de şarkı söyleyebileceğini bilmiyor muydu, eğer bilmiyorsa bunu ona öğretecek değildim.” cümlesi geliyor aklıma. Hemen dizlerinin üzerinde de deri kaplı bir ajanda. İçimden bir kez daha ne güzel bir gençsin sen diye geçirirken artık kendi dünyama dönüyorum.
Uzaklarda çok uzaklarda ışıkları ile bize göz kırpan köyler, kasabalar, ilçeler. Hepsinin gecesinden geçiyoruz, hepsinin uykusu, umudu, sabahı bekleyişlerinden, rüyalarından, yorgunluklarından, sessizliklerinden geçip gidiyoruz biz de sessizce. Hava aydınlanıyor ve yanımdaki genç hareketleniyor. İneceksin galiba diyorum, evet Münevver Hanım diyor. Senin için yapmamı istediğin bir şey var mı diye soruyorum, hayır, asla; bu yolculuk bile çok güzeldi. Peki çocuğum diyorum. O arada hangi bölümü okuduğunu sormadığımı fark ediyorum hemen. Sorunca da Güzel Sanatlar Fakültesi ikinci sınıf diye yanıtlıyor beni çıkışa doğru ilerlerken.
Çağatay gidiyor. Devam ediyor tren yol almaya ve aradan bir saat geçiyor. Çağatay’ın boş bıraktığı yere bakıyorum, deri kalpı ajanda. Ajandasını unutmuş bu çocuk. Kalkıyorum yerimden ve ajandayı alıp biraz düşündükten sonra sayfalarını aralıyorum. Hayır, günlük değil; bunu anlayınca da rastgele açıyorum sayfaları ve okuyorum…
Savaş varken, gözyaşı varken, anıda kaybolmak varken, önce ve sonranın doyumsuz bekleyişi varken, çocuklar ve nedensiz ölüşleri varken, toplumların anısı “tarih” varken, yolculuklarımız, yol kenarı yalnızlıklarımız, uzak gençlik ve yakın ihtiyarlık varken yazmak başka ne işe yarar ki?
“Neden unutamıyorum neden? Elleri ile dışarı dökülen bağırsaklarını tutan askeri ve o anda deklanşöre dokunuşumu neden unutamıyorum? Bunu yapma demişti o anda asker bana, bunu yapma. Ben az sonra öleceğim ama eşim görmesin. Lütfen bunu yapma!”
Ne bu şimdi diye düşünürken bir diğer sayfaya geçiyorum.
“Etraf yeşil kokuyor, yeşilin kokusu renginden güzel. Bahar bu her tarafa can veren. Doğa hep aynı, doğa iyimser, doğa cömert, doğa dostken amansız, çetin bir savaşın içerisindeyiz; yaklaşık yirmi kadar askerle en ön cephedeyim ve bombalar yağıyor her an. Belki az sonra biri bana denk gelecek ve daha yirmi bir yaşımdayım. Kimin bu savaş, hangi çıldırmış beynin, hangi hasta ruhun ürünü? Kimin bu savaş? Daha yirmi bir yaşımdayım…”
Bir sayfa daha çeviriyorum.
“Ah, Olga…! Niçin üzülüyorum biliyor musun? Evet, belki az sonra kahramanca öleceğim ama sana bırakacağım hüzün için üzülüyorum. Bazı kutsallar, ülküler aşktan ve yaşamaktan daha anlamlı. Ülkemin bu kahramanca ölüşüme ihtiyacı var. Savaş bu! Lütfen beni bağışla!”
“Mavi, güneş, deniz, ırmak, gökyüzü, umut, ekmek, zeytin, çocuk cıvıltısı, genç inadı, büyüyen kentler, sadakat, dostluk, yarın, şiir varken kim çıkarıyor bu savaşları, kim? Artık her ülkenin dalgalanan bir bayrağı varken kim çıkarıyor bu savaşları? Daha yirmi yaşımda iken ölmüş olmam ve Tanrı sizi affetmeyecek!”
“Savaş bu, duygusallığa yer yok! Çabuk silahını eline al ve bas tetiğe asker. Evet, bunlar çocuk ama düşman, bas şu tetiğe diyorum sana!”
Okuduğum bu cümleler yolculuğumda bana eşlik ediyor. Deri kaplı ajandayı kapatırken bunu Çağatay'a nasıl ulaştırabileceğimi düşünüyorum. Güzel Sanatlar Fakültesi ikinci sınıf öğrencisi idi. Eğer dekanlığa gelip beni bulmazsa bunu ona ulaştırmam biraz zaman alacak.
Arayış bazen yoruyor. Bulamayış ise hiç şaşırtmıyorsa döngü tamamlanmış demektir. Bu cümleyi Çağatay’a kurmalıyım. Belli cümlelerinden, çok duygusal bu çocuk. Kalbini kelimelerle teselli etmeye çalışıyor. Yazmak başka ne işe yarar ki zaten? Savaş varken, gözyaşı varken, anıda kaybolmak varken, önce ve sonranın doyumsuz bekleyişi varken, çocuklar ve nedensiz ölüşleri varken, toplumların anısı “tarih” varken, yolculuklarımız, yol kenarı yalnızlıklarımız, uzak gençlik ve yakın ihtiyarlık varken yazmak başka ne işe yarar ki?
Yazar: Züleyha Palo
#asker #genç #tren #trenyolculuğu
https://haberton.com/uzak-genclik-ve-yakin-ihtiyarlik-varken/
Yorumlar
Yorum Gönder