
Yirmi sekiz yaşında genç bir akademisyenim ve daha yolun yarısına bile gelmeden azalıyorum…
Fakülteden çıktım ve savruk adımlarla şehri bir kez daha keşfetmek için yola koyuldum. Hangi şehri anlamak ve anlatmak mümkün ki… Mümkün mü Ankara’daki o ebedi uykunun hüznünü anlatmak, mümkün mü bir daha bulmak O’nu?... Mümkün mü tarihi daha çok ihanet olan İstanbul’un kendine sığamayışını cümleleştirmek?... Mümkün mü denize şiir, boğaza anı yazmak?...
Ama ben Dicle kenarında bir şehirde mümkünler yaratmaya çalışıyorum… Daha yirmi sekizinde bir akademisyenim ve dert ediyorum… Kendimi azaltıyorum çoğalan sızılar içerisinde… Kendimi azaltıyorum çoğalan anlamsızlıklar içerisinde…
Savruk adımlarla ilerlerken her salı kurulan semt pazarında buluyorum kendimi yine. Kendimden uzaklaşmak için karışıyorum halka, yitik insanlar ülkesine… Bence yaşamanın kalbi orası, orda yaşamalar var kendilerine hayat oldurmaya çalışan yaşamalar; nasıl anlatmalı şimdi, nasıl anlatmalı… Şuradan iki kilo tartan mısın dediğimde “şuraya” uzanan nasırlı ve kir pas içerisinde olan elleri nasıl anlatmalı…
Şuradan da iki kilo tartar mısın dediğimde “Abla üç kilo olsun mu?...” diyen dileyişlerin boğazıma doldurduğu bir şeyleri nasıl anlatmalı?... Soğuk kış ikindilerinde zamana meydan okurcasına yaktığı ateşin başına geçip ellerini ısıtan bir kız çocuğunun aynı zamanda gelip geçen müşterilere koştururken seninle göz göze geldiğinde o bir çift mavi gözle suçluluk hissi doğuran bakışını nasıl anlatmalı?... İyice yaklaşıyorum yanına…

-Adın ne senin?
-Handan.
-Aaa, inanır mısın benim de ismim Handan?
-Şaka yapıyorsun abla!
-Hayır, ciddiyim, Handan ismim.
-Sen çok güzelsin ama.
-Hayır, asıl sen güzelsin; sen, gözlerin ve gamzen çok güzelsiniz…
Utanan bakışlarını başka tarafa çevirirken bir müşteri geliyor o anda, koşuyor hemen, tartıyor, işini bitiriyor ve koşar adımlarla ateşin başına geliyor ellerini ısıtmaya, o minik ellerini, canım ellerini… Bir müddet susuyor, ellerini iyice ısıtmasını bekliyorken içimden de dua ediyorum bir müşteri daha çıkmasın ve bu melek, ellerini biraz daha ısıtsın, ısıtsın lütfen… Anlıyor musunuz beni…
Handan ellerini ısıtırken hiç konuşmuyor, bakışları ufukta batan güneşin kızıllığına keskin bir şekilde odaklanmış… Susuyorum ben de… Susuyor ve onun cümle kurmasını bekliyorum… Yok, konuşmuyor… Bu sessizlik iyice bir suçluluk hissi ile dolduruyor kalbimi… Bu çocukları her görüşte bu hissi hep duyarım…
Kaldırım kenarlarında, bazen tezgâhta bazen taş üzerinde satıcılık yapan, bazen trafik ışıklarında dilenen, bazen sırtına yüklendiği arabayı çeken, bazen kir pas içerisinde çorap satan, mendil satan, limon satan, çocukluğunu satan ah çocukluğunu satan bu çocukları her gördüğümde bu hissi hep duyarım, duyarım… Yüzüne bakıyorum Handan’ın gözleri gök mavisi, gamzesi Tanrı’dan bir armağan… Cılız ateşte ısınamayan elleri ile Tanrı’dan bir kalp yarası…
-Ellerini tutmama izin verir misin Handan, belki daha çabuk ısınır…
-Ellerim kirli ama…
-Olsun, tutmak istiyorum…
Uzanıp tutuyorum minik ellerini. Hiç bakmıyor yüzüme, utangaç… Gamzesi armağan, kendi Tanrı’dan bir kalp yarası… Bu, dünyada en ağır çaresizlik… Bu, çok ağır bir çaresizlik… Tükenen çocuklar var, çocukluklar… Bu, çok ağır bir çaresizlik… Kime çatmalı şimdi… Ah kime çatmalıııı… Sen ey gök gözlü Handan, sen bu hesabı sormalısın… Anlıyor musun beni, susuşlarımızda saklı kalmış bu hesabı sormalısın…
-Kaçıncı sınıftasın Handan?
-Beşinci sınıfı bitireceğim bu sene, eğer soğuk bizi öldürmezse.
-Isındı mı ellerin biraz daha?
-Evet.
-Bırakayım o zaman.
-Olur.
-Mustafa Kemal’i biliyor musun?
-O’nu kim bilmez ki Handan Abla…
-Kimmiş o mesela?
-Çanakkale, Samsun, Sivas, Erzurum, Ankara, İzmir... Ama neden böyle sayıyorum ki, Türkiye’nin O Sarışın Kurdunu kim bilmez ki?...
-Aferin, iyi dinlemişsin öğretmenini.
-Dinlemeliyim tabi, okumak, dünyanın ilk kadın pilotu Sabiha Gökçen gibi pilot olmak istiyorum.
-Sen bunu nerden biliyorsun?
P-ilot olmak isteyen bilir.
-Aferin sana.
Hava o kadar soğuk ki… Handan minik elleri ile titriyor karşımda. Benimle konuşsun, ısınsın istiyorum; yani ruhu, yani kalbi, yani umudu ısınsın istiyorum… İstiyorum…
-Bak Handan sen O Sarışın Kurdun saygı duyduğu minik bir hanımefendisin… Bak görüyor musun şu masmavi gökyüzünü, şu denizi, şu toprağı, şu tarlayı, şu havayı, havaya gizlenmiş şu umudu, şu Türkiye’yi, şu bereketi görüyor musun; işte bunların hepsi senin…
-Bunlar gerçekten benim mi Handan Abla?...
-Senin…
-Peki ben neden buradayım, bu kenar mahalle pazarının bir pazarcı tezgahında; ben neden buradayım Handan Abla?...

Gözleri doluyor, gözlerim doluyor… Elleri üşüyor, ellerim üşüyor… Kalbi kırık, kalbim kırık… Susuyorum; bu susma çok ağır bir çaresizlik… Sitem eden bakışlarını yine güneşin kızıllığına çevirmiş, keskin, delici, üzücü… Suçluluk hissi… Çaresizlik hissi… Kalbinin ruhunu sorguladığı o çıldırtan an… Hepsini yaşıyorken susuyorum… Neden geldim bu pazara yine böyle...Konuşmakta zorlansam da bir cevap vermeliyim Handan’a:
-Beni üzüyorsun Handan, yapma böyle…
-Çok mu kırılır kalbiniz?
-Çok kırılır…
-Sizler zaten hep böylesiniz, hep bir duygusallık… Bu, çözüm mü? Hassas kalbini de al ve git burdan…
-Sahip olduğun şeyleri, umut oluşunu hatırlatmak istemiştim ben sade…
Cümlemi tamamlayamıyorum ve kendimi de tutmaya gerek görmeden ağlıyorum. Bu çocuk keşke bu kadar haklı olmasa idi… Bu eller keşke bu kadar üşümese idi… Bu beden keşke bu kadar hırpalanmasa idi… Keşke bir umut bir çocukluğa bu kadar uzak olmasa idi…. Olmamalı idi… Ağlıyorum açık açık… Bunu, bu çocuğa yapmaya hakkım yok ama elimde değil…
-Özür dilerim Handan Abla…
-Neden?
-Kalbin çok hassasmış, saygı duyulacak kadar anlamlı bir hassasiyet… Özür dilerim…
-Özür dileme, sana daha fazla cümle kurmayacağım… Hakkım yok… Sadece şu: Sen umut denen yarının ilk dakikalarısın… Burası da bu ilk dakikalarda olman gereken yer… Pilot olabilmen için önce ayakların yere basmalı değil mi? Burası sadece bunun için, böyle düşün…
-Her hafta geziyorsun buralarda, zengin de birine benziyorsun. Zorun ne?...
-Sen ve hassas kalbim…
-Yine gelecek misin?...
-Yine geleceğim…
-Neden?
-Sana sahip olduklarını ve umudu hatırlatmak için…
-Çok özür dilerim…
-Tamam Handan, dileme artık… Ben haftaya da gelecek ve soracağım sana kimsin sen diye, cevabın ne olacak bana?...
-Ben umut denen yarının ilk dakikalarıyım…
-Unutma ama!...
-Asla!...
Çömeldiğim yerden kalkmak için elimi uzatıyorum, minik elleri ile bana yardım ediyor… Eli buz gibi… Buz gibi ellerini kalbimde taşıyorum… Masmavi gözlerini, Tanrı’dan armağan gamzesini kalbimde taşıyorum… Buz gibi ellerini kalbimde taşıyarak uzaklaşıyorum umut denen yarının ilk dakikalarından… Sen dünün “şimdi”si, şimdinin sonrası, yarının ilk dakikalarısın… Kendimi azaltıyorum işte ben böyle çoğalan anılarda, anlamsızlıklarda, sızılarda, bakışsızlıklarda, susuşlarda, üşüyen minik ellerde… Yirmi sekiz yaşında genç bir akademisyenim ve daha yolun yarısına bile gelmeden azalıyorum…
Yazar: Züleyha Palo
#çocuk #çocukişçi #handan #pazar #yoksulluk
https://haberton.com/hassas-kalbini-de-al-ve-git-burdan/
Yorumlar
Yorum Gönder